12 Haziran Seçimleri ve Kürtler


Bu yıl Türkiye’de yapılacak olan genel seçimlere iki aydan biraz fazla zaman kaldı. Ülkenin gündemi bir süreden beridir seçimlere endekslenmiş durumdadır. Her siyasi parti hesaplarını bu seçimlere göre yapmakta ve elindeki tüm kozları oynamaktadır. 12 Hazirana kadar Türkiye’deki toplumların tartışma konuları sadece seçimler ve ona bağlı olarak miting meydanlarında yapılacak olan polemikler olacaktır.
Bugün, bu yazı vesilesiyle, seçimlerin Kürtler açısından ne anlama geldiğini ve BDP’nin dikkat etmesi gereken hususları irdelemek istiyorum.

Geçen son dört yıl boyunca gerek türkçe gerekse de kürtçe olarak kaleme aldığım yazılarımda BDP ile ilgili görüşlerimi okuyucularla paylaştım. Bu yazılarımda zaman zaman BDP’nin eksikliklerini, yetmezliklerini de elleştirdim. Söz konusu yazılarımdan ötürü BDP tarafından ne gibi tepkiler gösterildiğini pek bilemem, bazı arkadaşların « Analizleriniz yerindedir heval » biçimindeki kısa mesajlarından yola çıkarak somut birşey söyleyemem.

Gelinen aşamada, niyeti kötü olmayan herkesin yapacağı öneri ve elleştiri BDP yötecisi olan ve bu konuda kendini sorumlu görenler tarafından dikkate alınmalıdır. Zira, söz konusu olan salt BDP’nin seçimlere girmesi değildir, Kuzey Kürtlerinin Özgurluk Mücadelesi ve geleceği söz konusudur. Dolayısıyla, bu mücadelede, az veya çok, emeği geçen herkes bu seçimleri çok önemsemektedir.

Seçimlerden iyi sonuç almanın püf noktası, milletvekili adaylarının isabetli tespit edilmesidir. Kürt toplumunda hakim olan genel yaklaşıma baktığımızda, parti olayından daha fazla, seçimlerde aday olarak gösterilen şahsiyetler önemli görüldüğünü biliyoruz. Türkiye’nin her bölgesinde bu nokta önemli olurken, özellikle Kürtler açısından bu husus daha fazla dikkate alınmaktadır. Bu optikten olaya baktığımızda, BDP’nin göstereceği adayların profili 12 Haziran seçimlerinin sonucunu belirleyecektir.

Doğru adayların tespiti açısından, geçen 4 yıllık dönemin pratiği çok iyi analiz edilmelidir diye düşünüyorum. Geçen dönemde TBMM’ye giren bazı temsilcilerin varlığının pek hisedilmemesi, hatta isimlerinin bile halk tarafından bilinmemesi, bariz olarak görülen bir eksiklik olup, bu yıl açısından da önemli bir sorumluluğu ortaya çıkarmaktadır. Eğer geçen dönemden sağlıklı sonuçlar çıkarılmaz ve, daha önceki dönemde yaşandığı gibi, bu sefer de bazıları kendi ahbap ve akraba çevresinin adaylığı noktasında ısrar ederlerse, ne yazık ki beklediğimiz bir aday profili ortaya çıkamaz. Her bölgenin özgün yaklaşımı dikkate alınmadan gösterilen adaylar sadece oy kaybettirir. Eğer 2007 seçimlerinde söz konusu bu yanlış yaklaşımlar sergilenmemiş olsaydı, inanıyorum ki en az 25 milletvekili çıkarılacaktı.

Türkiye’deki Kürtlerin yüzde altmışı Özgürlük Mücadelesinde emeği geçmiştir. Eğer sağlıklı aday tespiti yapılırsa, Türkiye’de 25 milyona yakın olan kürt nufusunun yüzde 60 oyları alınabilir. Bu potansiyelin oy oranı en az 7 milyondur dolayısıyla, bu rakam yüzde 16’lık bir oya tekabul etmektedir. Devletin özel engeleme ve hile payı yüzde 5 olsa bile, yine de BDP’nin kendi başına seçimlere girmesi durumunda, barajı rahatlıkla aşabilir demektir. Geçen dönem açısından bu noktadan bakılırsa, temel kusurun aday tespitinden kaynaklı olduğunu söylemek yerindedir.

Sonuç olarak şu hususun altını çizmek istiyorum ; Gerek BDP’de olsun, gerekse de diğer Kürt Kurumlarında, kimse koltuk sevdalısı olmamalı ve kendisini merkeze koymamalıdır. Şimdiye kadar iki dönem milletvekili olan hiç bir BDP’linin tekrar aday olmamasını öneriyorum. Yeni aday gösterilen her adayın da, aday gösterilecek olan bölgeden olması, kürtçeyi en az konuşabilecek kadar bilmesi ve bölge halkı tarafından da sevilen bir şahsiyet olması şart olarak görülmelidir. Kürtler arasında bu profile uygun adaylar konusunda sorun olmadığını düşünüyorum.

Herkesin Newroz bayramını kutluyor, başarılar ve esenlikler diliyorum.
Ahmet DERE / 20.03.2011
*Not: Bu yazı email üzerinden sitemize ulaştırılmıştır.

Gönderen www.vartositesi.com 3 Nisan 2011 Pazar 0 yorum

1 MAYIS'IN KISA BİR TARİHÇESİ

Amerika´nın Baltimore kentinde işçiler örgütlenerek, 8 saatlik iş günü için karar alırlar. Henüz olgunlaşmamış, kendini kitleye kabul ettirmemiş olan işçilerin bu mücadelesi devlet tarafından bastırılır. Bu baskılar, işçileri kendi parti ve sendikalarını kurmaya yöneltir. Devlet her yönüyle işçileri kıskaca alırken onlarda, Meclis Binası ve Beyaz Sarayı Kuşatarak eylemlerini gerçekleştirmek isterler. Bu onlar için bir dönüm noktasıdır.
New York, Milwaukee ve Chicago gibi, Amerika´nın çeşitli kentlerinde işçiler parti ve sendikalar etrafında örgütlenir. Alınan her karara karşı tavır alan devlet; toplantı, parti, sendika ve küme çalışmalarını kanlı bir şekilde bastırınca; Chicago kentinde toplanan işçi sendikaları her ne pahasına olursa olsun 8 saatlik iş gününü kabul ettirme kararını alırlar.


2. Enternasyonal´in birinci kongresinde; 1 Mayıs, Bütün Ülkelerin Birlik ve Dayanışma Günü olarak kabul edilir.

1 Mayıs 1886 yılında, yüz binlerce insan büyük kentlerde genel greve gider. Grevin üçüncü gününe, (3 Mayıs 1886) polisin göstericilere saldırması üzerine bir işçi öldürülür, biri de ağır yaralanır. Eylemler artar ve peşine ordu müdahaleye geçer. Eylem bastırılır ve işçi önderleri tutuklanır. Kısa bir süre sonra dört işçi önderi idam edilir.

Temmuz 1889 tarihinde yapılan 2. Enternasyonal´in birinci kongresinde, 1 Mayıs; Bütün Ülkelerin Birlik ve Dayanışma Günü olarak kabul edilir. Zürih kentinde toplanan 3. Kongrede çeşitli ülkelerde 1 Mayıs, İşçi Bayramı olarak kutlanma kararı alınır.

Türkiye´de 1 Mayıs kutlamaları kendinden söz ettirecek güçte olmasa bile, 1912 yılında İstanbul´da ilk kez kutlanır. Bu kutlamalar geniş kitleye seslenmediği gibi, kendini yeteri derecede ifade edememesiyle birlikte 1923 yılına kadar (aralıklarla) sürer.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) mücadelesiyle tekrar 1976 yılında (son kutlamalardan 53 yıl sonra) 1 Mayıs, tekrar İstanbul Taksim alanında, davul - zurnalı bir kutlama eşliğinde ilk kez Uluslararası Birlik ve Dayanışma Günü olarak kutlanır.
(c) Hıdır Ali Bingöl
1 Mayıs 1976 kutlamaları önemini gerektiği gibi tam anlamıyla yerine getiremez ama işçi ve emekçiler yan yana, kol kola girer işçi bayramını kutlar ve bir sonraki 1 Mayıs´lara çığır açar.

1 Mayıs 1977 kutlamalarını tekrar DİSK örgütler. Türkiye´nin çeşitli kentlerinde 1 Mayıs kutlama kararları alınır ve eylemler yapılır. Bundan en çok halkın sınıfların gözünü İstanbul Taksim alanındaki miting korkutur.

Kanlı 1 Mayıs 1977


Taksim alanında beşyüzbin kişinin katıldığı 1 Mayıs İşçi Bayramı, en görkemli ve en çok zarar görülen kutlamaların başında gelir. "Kanlı 1 Mayıs 1977" olarak tarihe geçen Taksim Alanı´ndaki mitinge yapılan saldırıda 3 kişi ölür.
MC (Milliyetçi Cephe) Hükümeti; Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Adalet Partisi (AP) ve Milli Selamet Partisi (MSP) üçlü koalisyonu güdümünde insanlara ölüm fermanı çıkartılır.
Uluslararası Birlik ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs; bahar bayramından kurtarılıp, (bir ayıbı daha kapatarak) dünya normları içindeki gerçek yerine oturtulmalıdır. 1 Mayıs yapılan yanlışlıklardan arındırılarak, İşçi ve Emekçi Bayramı olarak Anayasa kararlarına geçmelidir.

Türklüğün Anadolu´ya yerleştiği gün gibi sapmalara izin verilmemelidir.
Türkiye Cumhuriyeti; 1 Mayıs'a sahip çıkarak; Uluslararası İşçi ve Emekçi Bayramı olarak yasallaştırmalıdır.

Hıdır Ali Bingöl

Gönderen Hıdır Ali Bingol 5 Mayıs 2010 Çarşamba 0 yorum

Dr. Harun Kaya ( Gazi Mahallesinde Hekim )
12 Mart olduğunda İzmir’deydim. Olayları duyunca aynı gün İstanbul’a döndüm. Dışardan mahalleye giriş ve çıkışlar yasaktı. Doktor kimliğimi gösterip, polikliniğimin mahallede olduğunu girmem gerektiğini belirttim. Polisler bana mahalleye girişin tehlikeli olabileceğini belirttiler. Ben de “burası benim mahallem. Ben herkesi tanıyorum herkes de beni tanıyor dedim ve mahalleye girdim.  Mahalleden içeri girdiğimde anayolların hepsinin kapalı olduğunu gördüm. Ara sokakları kullanarak polikliniğe ulaştım. Polikliniğin önü ana baba günüydü. Adeta bir savaş manzarası vardı. Olaylar olduktan sonra yaklaşık dört gün mahalleden çıkamadık. Çünkü insanların mahalleye giriş ve çıkışları yasaklanmıştı. Eczane ve diğer birkaç resmi sağlık kuruluşları dâhil birçok yer kapalıydı. Biz o günlerde hizmet veren tek sağlık kurumu pozisyonuna düştük. İlaç sıkıntısını ciddi anlamda çektik. Kendi stoklarımızı tükettik. O dönemde ortak olduğum arkadaşla oturduk bir prensip kararı aldık. Böylesine sosyal bir olayın içinde biz insanlardan hiçbir ücret alamazdık. Ne kadar imkânlarımız varsa bizi nereye kadar götürecekse oraya kadar götürsün dedik. Bu sıkıntıları yaşarken birçok yerden de destek geldi tabii. Mahallemizde bulunan hemşire ve hekim arkadaşlar ve eczacı dostlar yardıma geldi. Biz onlarla birlikte on beş yirmi gün girmediğimiz cadde sokak ve ev bırakmadık. O günkü yaralıların tedavilerini gerek ayakta gerek yatakta yaptık. Çok iyi hatırlıyorum. On beş yirmi gün sonra arabamızda benzin cebimizde de para kalmamıştı. Tabii olaylarda ağır yaralılarda vardı. Çok sıkıntı çektik. Çok engellemeler oldu. Tedavi yapmayı bırakın bizler ciddi baskılarla karşı karşıya kaldık. O günlerde sivil kıyafetli bir kişi poliklinikte içeri girdi. Ben o gece nöbetçiydim. “burayı kapatmamız gerektiğini bunun baş komiserin emri olduğunu ve yarın burası açık olursa burayla ilgili sorumluluk üstlenmeyeceklerini dolayısıyla sıkıntı olacağını” söyledi. Ben de ona “sizin baş komiseriniz il sağlık müdürü mü? İlçe sağlık müdürü mü yoksa vali mi? Buralardan herhangi bir karar çıkmadan buranın kapanması söz konusu olamaz. Savaş esnasında bile kendi bulunduğumuz konumu bozmayız. İnsanları tedavi edeceğiz ve kapatmayacağız” dedim. O dönemde hayatını kaybeden insan sayısı çoğalabilirdi. Birçok insan bu anlamda kurtuldu.
12 Mart kendiliğinden çıkmadı  tabii. Bu son derece planlı ve programlı bir olaydı. Susurluk kazası esnasında bunun nasıl geliştiği kısmen ortaya çıktı. Tabii esas temel neden Türkiye’nin yumuşak karnını karıştırarak Alevi-Sünni çatışmasını ön plana çıkartmaktı. Burada ki saldırıları sünniler yaptı diye ortalığı karıştırmaya çalıştılar. Ama halkımız bunun böyle olmadığını gördü. İnanmadı. Alevisi Sunnisi bir arada yaşananlara birlikte tepki gösterdiler. Provokatörlerde yaptıkları ile kaldılar. 12 Mart döneminde yaşananlar hiçbir siyasal harekete mal edilemez. Bu halka mal olmuş bir durumdur. Siyasal yapılarda ki arkadaşların bu durumu kendilerine mal etmemeleri gerekiyor. Çünkü burada Türküyle Kürdüyle Alevisi Sünnisiyle siyasal kurumları ve demokratik kitle örgütleri ile birlikte artık insanlar bir bütün oldu. Dolayısıyla bugünü belli bir siyasi anlayışa ya da bir düşünceye bağlamak yanlış olur. Gazi Mahallesi ile ilgili olaylarda herkesin ortak bir şekilde müdahil olması gerekiyor. Örneğin ben bir hekim olarak müdahil olmak istiyorum. Burada ki o eksikliğe çok düşüldüğünü hala da bunun devam ettiğini düşünüyorum.
Bu topraklarda yaşayan bizler inancı  ve kimliği kim olursa olsun bu toprakların bize ait olduğu duygusunu içselleştirmek gerekiyor. Eğer biz bunu içselleştirmezsek ki ben bunu beceremediğimizi 50 yıllık yaşamımda gördüm, bizi kullanmaya bizi birbirimize kırdırmaya yumuşak karnımızdan faydalanıp bizim geleceğimizden kötü oluşumlar sergilemek isteyen ciddi güçler var. Buna karşı bizler ortak akıl geliştirmek zorundayız. Aslında bütün bu süreç içerisinde yaşadıklarımızın özetidir bence bu olanlar. Bir toplum düşünün ki kendi öz evlatlarını, evlatlarımızı katliamlara kurban versin. Bunu savunmak mümkün değil. Fakat bunu öncelikle halkın önüne koyacak bir siyasi perspektif ortaya çıkarmak gerekiyor. Şartların olgunlaşması için bu zaman gayet uygundur. 
*Bilgi notu:Bu yazı aynı zamanda 13 Mart 2010 tarihinde Evrensel Gazetesinde köşe yazısı olarak yayımlanmıştır.
-------
http://www.vartositesi.com ( VARTONUN ÇIĞLIĞI)

Gönderen www.vartositesi.com 16 Mart 2010 Salı 0 yorum



Kürt Aydını Üzerine

Son 20 yıldır biz Kürtlerde « Aydın » kavramı en çok kulanılan bir olgu haline gelmiştir. Daha önceki süreçlere bakıldığında « Kürt Aydını » kavramı o kadar sık dillendirilmemiş ve de üzerinde durulmamıştır. Şüphesiz bu durumun kaynağında yatan önemli nedenler vardır.

Herşeyden önce 1990’lardan bu yana « Kürt Aydını » kavramının sık sık kulanılmasının başlıca nedeni gelişen özgürlük mücadelesinin yaratığı etkidir. Hiçbirşey mücadele verilmeden elde edilemeyeceği gerçeği burada da önem arzetmektedir. Bunu söylerken 1990’lardan önce hiç mücadele verilmediğini belirtmiyorum. Kürt halkının tarihi mücadelelerle doludur ve bu yolda kahramanlar yaratılmıştır. Ancak ideolojik ve politik öncülüğü yetkin olan mücadele 1970’lerden sonra gelişmiş ve 1990’lardan sonra da giderek aydın sayılabilecek bir tabakayı da beraberinde yaratmıştır. Bu süreç Kuzey Kürdistan’da başlatılarak giderek Doğu, Güney ve Güney Batı parçalarında da etkisini yaratmıştır. Ve Kürtlerde esas olarak aydınlama süreci bu tarihten sonra başlamıştır.

1970’lerden önce varolan Kürt aydınları halkın içinden çıkmayıp daha çok elit bir kesimin, yani Şeyh, Ağa, devletin memurları konumunda olan İmam ve ezelden beri devletin yanında yer alan İşbirlikçi ailelerin çocuklarıdırlar. Aralarında çok azı elit olmayan tabakanın içinden çıkmıştır. Umarım bazı amcalarım ve ağabeylerim bu sözlerimden rahatsız olmayacaklardır. Gerçek budur, başka türlü tarifi yapılamaz.

Hepimiz biliyoruz ki 1990’lardan sonra Kürtler tarafından çok sayıda gazete, dergi vbg. yayın organları çıkarılmıştır. Yine bu süreç içerisinde, başta MED TV olmak üzere, 10 civarında Kürt televizyonları ve o kadar da radyo yayın yapmaktadırlar. Bu dönemde Kürtler tarafından yazılan kitap sayısında da olumlu bir artış ve aynı zamanda niteliğinde de belli bir gelişme söz konusudur. Tüm bunların yanı sıra Kürtlerin kendini ifade edebildiği sayısız toplantı, konferans, panel, seminer vbg etkinlikler yapılmıştır. Bu faaliyetler eli kalem tutan ve okuma yazması olan çoğu Kürtleri daha fazla okumaya, araştırma yapmaya, yazmaya ve düşüncelerini daha rahat ifade etmeye teşvik etmiştir. Kürt Aydını olmak artık elit bir tabakanın sınırlarının dışına çıkmış halkın tüm kesimlerini kapsayan bir olgu haline gelmiştir. Yani Kürt Aydını olmak belli bir kesimin tekelinden çıkmıştır.

Gerçek diyebileceğimiz Kürt Aydınlanma süreci 1970’lerde gelişmeye başlayıp 1990’lardan sonra ise halkın bağrında yavaş yavaş yer edinmiştir. Yaşanan bu olumlu sürece rağmen, ne var ki halen de gerçek Kürt Aydını yaratılamamıştır, veya hastalıklardan arındırılmış bir Kürt Aydını söz konusu değildir. Bunun olabilmesi için sanırım daha epey yıllara ihtiyacımız vardır.

Bir kere aydın olmanın temel kıstaslarından bir tanesi açık sözlü olmak, çekinmeden gerçekleri söylemek ve onları savunmaktır. Bunun için ise özgüven ve cesaret gerekmektedir. Yine buna bağlı olarak bireysel kaygılardan uzak olmayı ve bedel ödemeyi göze almayı da bilmeyi gerektirir. Bu vasıflara sahip olmayan biri topluma öncülük yapamaz, topluma öncülük yapamayan ise aydın olamaz. Tüm bunlarla birlikte aydın olan kişi için her anı okuma, araştırma, yazma ve toplumun yararı için düşünceyi geliştirebilme gücünü de kaçınılmaz kılar. Ve en önemlisi de aydın olan söz ve pratiğini birleştirebilendir.

Şimdi düşünüyorum, yükarıda saydığım vasıflara uygun olarak kaç tane Kürt Aydını vardır ? Bu noktada ne yazık ki pek iyimser değilim. Bugün kendine « Aydınım » diyen Kürtlerin önemli bir bölümü partizancılık yapmaktadır. Oysa partizancılık yapan biri, ne kadar okumuş ve yazmış olursa olsun, bağımsız düşünememktedir. Bazıları diyebilir ki « ben hiç bir örgüte veya partiye üye değilim », ama bilinmeli ki partizancı olmak için illa belli bir örgüte üye olmayı gerektirmez. Eğer yaklaşımında bir tarafa yakın olup bazılarına karşı da mesafeli bir duruş ve hatta yıllarca mücadele verenlere karşı saygı duyma gibi bir sorumluluk hisetmiyorsan o zaman partizancısın, bunun başka bir izahı yoktur.

Bu yazdıklarıma bazıları kızabilir ama gerçek budur. Dolayısıyla, ben kendimi Kürt Aydını kategorisinde görmediğim gibi, bu kategoride görebildiğim çok az şahsiyetimiz vardır.
1970’lerden bu yana önemli bir mesafe katedilmiştir, bundan sonra da daha olumlu gelişmeler olacaktır elbette. Umudum odur ki günün birinde kendini partizancılık zihniyetinden kurtarmış, birilerine çamur atma mesleğini bırakmış ve toplumun bütününe örnek olma ve yol gösterme sorumlülüğünü hiseden bir « Kürt Aydını » olacaktır.

Kürt Aydını olmanın sorumluluğu salt birilerine karşıtlık yapmayı temel bir uğraş haline getirmekle yerine getirilemez. Maalesef bugünki tabloya bakıldığında büyük bir bölümünde egemen olan zihniyet budur. Bu mentalite çoğu yerde gerçekleri de tersyüz edebilmektedir.

Burada değinmeden geçemiyeceğim diğer bir husus da Kürtçe ile ilgilidir. Kendine « Aydınım » diyen bazı Kürt yazarlar kendi anadilinde yazmayı ya becerememektedirler ya da küçümsemektedirler. Her ikisi de « Ben bir Kürt Aydınıyım » diyenlere yakışmamaktadır. Kendi anadilinde yazama ve konuşma becerisini gösteremeyen birinin öncülük yapması, topluma örnek olması düşünülebilirmi ?. Böyleleri isterse Türkçe, Farça, Arapça veya başka dillerde onlarca kitapları olsun, benim bildiğim Kürt Aydın Kategorisine girmeleri mümkün olamaz.


Ahmet DERE  / 21.01.2010
 

Gönderen www.vartositesi.com 22 Ocak 2010 Cuma 0 yorum

ISMET ÖZEL BIR SÖZCÜ



23 aralik 2009 tarihinde, Habertük TV'de yayinlanan "Karsit Görüs" 
programinda Ismet Özel'in söyledikleri Alevileri kizdirmamali, ama 
uyandirmali.



Ismet Özel'in akil sagligi herkes kadar iyi, kimse merak etmesin. Sairligi 
de iyidir.



Nasil ki kötü sairlik kötü insan olmayi gerektirmiyorsa, iyi sairlik de iyi 
insan olmayi gerektirmez. Kim ne derse desin, iyi sairlik, iyi marangozluk, 
iyi mühenislik gibidir. Tek fark, siirle ciddi bir sekilde ugrasan insanin 
kalbinden bir süre sonra incecik teller geçer. Bu teller çabuk titrer, ki bu 
iyi bir seydir. Ama o teller tek basina ne sizi karanlik bir kuyudan 
çikarabilir, ne de içinizdeki karanligi aydinlatabilir.



Sairligin tehlikeli bir yönü vardir. Sanildigindan daha kiskanç, daha 
ihtirasli insanlardir sairler. Ne kadar iyi yazarlarsa yazsinlar, salt 
sairlikle büyük bir söhrete kavusmayacaklari gerçegini kavradiklarinda tuhaf 
seyler yapabilirler. Üstelik, ihanete ugradiklarini düsündüklerinden, 
yaptiklari her tuhafligi kendilerine bir hak gibi görebilirler. Ve 
acimasizlasabilirler. Ama siirin o incecik telleri yüreklerinden geçmistir 
bir kez. Çok dehset seyler söylemek isteseler de söyleyemezler, yapamazlar. 
Sözcülerin en korkunç olanlari o tellere takilir, eylemlerin en korkunç 
olanlari da. Örnegin, "yedi Aleviyi öldüren sorgusuz sualsiz cenete girer" 
diyemez hiçbir sair. Ismet Özel bile diyemez. Mesela, katledilecek Alevi 
komsusunun kapisini isaretleyemez hiçbir sair. Hamile kadinlarin karinlarini 
desemez, çocuklari baltalarla dograyamaz, insanlarin gözlerini oyamaz hiçbir 
sair. "Aleviler Haçli kalintilaridir" der belki bir sair, ama "Kizilbaslarin 
katli helaldir" diyemez.



Ismet Özel, bir sözcü. Kimin mi? Girin bir camiden içeriye, imamin vaazini 
dinleyin, sonra cemaate kulak kabartin. Ismet Özel'in, ayni seyleri -malum 
tellerin etkisiyle- daha insanilestirerek söyledigini anlayacaksiniz.



"Ben Türk ve Müslümanim, onun için de üstünüm. Gayrimüslimler benden 
asagidir" dedi Ismet Özel. Onca kitap, onca siir, bir kibir rüzgâriyla bos 
emekler gibi savruldu, yazik. Kara kuru bir kibir, üstelik, insanin ne aciz 
bir varlik oldugunun çok iyi anlasilmaya baslandigi bir yasta.



Bence o grotesk kibrin bir miktari bir gizleme çabasindan kaynaklaniyor. Iyi 
de olsa, siirlerinin her kapiyi açan bir anahtar olmadigini fark ettigini 
gizleme çabasi. Kibrin geri kalani hem dinci, hem de milliyetçi 
olmasindandir. Çünkü din, insanlari, inananlar ve inanmayanlar diye ikiye 
ayirir. Inanmayanlara bazen kibirli bir acimayla, bazen de acimasiz bir 
kibirle yaklasir. Milliyetçilik ise zaten, bireysel eksiklikleri örten 
kolektif bir böbürlenmedir.



Dogmatik fikirlerin militanlari kibirli olmaya mecburdurlar. Çikis yerleri 
yetersizlik, korku ve bencilliktir. Varmak istedikleri yer, ulasilamayacagi 
bir türlü itiraf edilemeyen bir üstünlük arayisidir. Ve bu arayis, kibirle 
doldurulmasi gereken acikli bir bosluktur içlerinde.



Ismet Özel bir sözcü. Kimin mi? "Ismet Özel'in bu sözleri Alevileri 
kizdiracak" diye manset atanlarin tabii. Bundan sonra artik kimsenin tek 
basina alçalamayacagini idrak edemeyenlerin. Kizacak olan sadece Alevilerse, 
ölecek olan sadece Aleviler ve Kürtlerse bize sadece iyi seyirler, 
diyenlerin.



Anadolunun en sahici çilesini en yogun ve en uzun çeken Türk ya da Kürt 
Aleviler, kizmamali, ama uyanmali. Türk-gâvur siniflamasi sadece çocuk 
oyunlariyla ilgili degil, bu saflasmada yeriniz belli. Istediginiz kadar 
Atatürk resimlerini cemevlerine, pir mezarlarina, kutsal ziyaretlere -hiç 
alakasi yokken- asarak gülünçlesin, "gâvursunuz". Istediginiz kadar devletin 
sahipleri, kuruculari ve koruyuculari oldugunuzu sanin, bütün kurumlariyla 
bu sünni cumhuriyetin gözünde ve sandiginizdan fazla, laik ya da anti laik 
Müslümanin nazarinda "gâvursunuz, asagisiniz".



Ismet Özel bir sözcü, Kimin mi?

Onu bundan sonra televizyon programina ilk çagiranlarin, onunla bundan sonra 
ilk söylesi yapanlarin tabii.

Hamdi Özyurt
www.vartositesi.com

Gönderen www.vartositesi.com 1 Ocak 2010 Cuma 0 yorum


Eşitlik İlkesi ve DTP Sonrası

11 Aralık 2009 tarihinden bu yana Türkiye’de yeni bir sayfanın açılmış olduğunu söylemek henüz erken olsa da, öylesi bir gerçeklik şimdiden yaşamın bir parçası haline gelmiştir. 2007’den DTP ile ilgili süren kapatma davasının alelacele sonuçlandırılması bir dönemin kapandığını, yeni bir sürecin başlangıcı olma noktasında önemli bir işarettir. Bu konuda önümüzdeki aylarda daha somut verilerin ortaya çıkacağını hepimiz göreceğiz.

Anayasa Mahkemesinin kapatma kararından sonra DTP’li milletvekillerinin Barış ve Demokrasi Partisine katılmalarıyla birlikte TBMM’ye dönmeleri eski sürecin normal devamı olarak görülmemelidir. Bu dönüş yeni bir dönemi beraberinde geliştirecek, geliştirmelidir.

Girilen yeni süreç yakın geçmişte yaşananları unutturmaz, yaşanan acıları dindiremez. Toplumsal olaylar zihinlerde yer edindiği için unuturulması hem uzun süre ister ve hem de ciddi çaba gerektirir. Mevcut durumda gördüğüm Türkiye tablosunda böyle bir iyimserliğin olmasını ve günlük yaşamın bir parçası haline gelmesini çok arzuladığımı belirteyim.

DTP’nin kapatılması Kürtleri derinden yaralamıştır. Malum bazı çevrelerce alkışlarla karşılanmış olsa da bunu tüm Türkiye’ye veya Türklere maletmek de haksızlık olacaktır. Anayasa Mahkemesinin verdiği karardan ötürü vicdanı rahatsız olan önemli bir türk kamuoyu olduğunu da düşünüyorum. Anayasanın yazılı maddelerine göre davrandıklarını söyleyen ve görevini icra ettiklerini beyaneden mahkeme üyelerinin kamuoyu nezdinde ciddi bir rahatsızlığın yaratılmasına vesile olduklarını unutmamalıdırlar. Mahkemenin, söylendiği gibi, eşit ve tarafsız davrandığına dair Kürtleri ve Türkiyeli demokrat çevreleri inandırması pek mümkün değildir. Kompozisyonunda da eşitlik ilkesi esas alınmayan « Yüce » Mahkemenin Kürtlerle ilgili eşit ve demokratik davrandığına inanmak çok zordur. Mahkeme üyeleri DTP’yi kapatırken vicdanen rahat olduklarını tahmin ediyorum, aksi halde bu şekilde oy birliğiyle karar vermeleri sözkonusu olamazdı. Ancak milyonların onların vicdanı rahat olsa da milyonların vicdanını da rahatsız etmişlerdir. Onlar bugün bu gerçekliğin farkında olmayabilirler, ama tarih herşeyi not etmiştir.

Türkiye’de bir Kürt istediği yere gelebilir diyenlere « Yüce Mahkemenizin kimlerden oluştuğuna bakın »  demek gerekiyor. « Türkiye Türklerindir » mantığıyla oluşturulan böylesi bir kurumun çok eşit ve demokratik karar vermesine hangi Kürt inanır ?. Ancak şimdiye kadar böyle olduğu için bundan sonra da böyle devam edeceğini kimse garantileyemez. Günün birinde Kürtler için de hakedilen her kapı açık olacaktır elbet. Zira, gerek Kürtler gerekse de Türkiyeli demokrat çevrelerin bu konuda hatırı sayılır mücadeleleri vardır ve bu çabalar sonuç verecektir. Yeterki samimi ve vicdanlı davranan, küçük de olsa, bir irade olsun.

DTP’li milletvekilleri çok haklı ve yerinde bir kararla meclisten istifa edeceklerini açıkladılar. Bu açıklamayı Diyarbakır’da yapmaları da başka önemli bir yaklaşım oldu. 18 Aralık günü yeni bir kararla BDT’ye katılacaklarını duyurup istifa kararlarını meclise sunmayacaklarını beyan etmeleriyse daha önemli bir karar ve yaklaşım olmuştur. Bu tavırlarıyla sanıyorum birçok yere mesaj vermiş oldular. Başta AKP hükümeti olmak üzere, Türkiye’de karar mercii olan her kurumun bundan ders çıkarması gerekiyor. Buradan hareketle artık « Eşitlik » ve « Demokratik » kavramların içeriği doldurulmalıdır. Hiçbir kurumun Türkiye’ye zaman kaybettirme ve fırsatları kaçırtma lüksü olmamalıdır.

Gelinen aşamada eski DTP’li ve yeni BDP’lilerin de önemli bir misyonla karşı karşıya olduklarını hatırlatmak lazım. Soyut özelleştirilerle geçmişte yapılan hataların telafisi mümkün değildir. Bu noktadan hareketle üzerlerine düşen sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmeleri lazım. Yeni süreç aynı zamanda yeni bir yaklaşımı ve ona uygun bir de uslübü gerektirmektedir. Önemli olan karanlıklarda sekelemeden yürüyebilmektir.

Ahmet DERE  /  22.12.2009


 

http://www.vartositesi.com 
VARTONUN ÇIĞLIĞI 

Gönderen www.vartositesi.com 23 Aralık 2009 Çarşamba 0 yorum





ALEVİLER KIZILBAŞTIR


Ece Temelkuran, ezilenlerden yana, militarizme karşı bir gazeteci. 25 Kasım Çarşamba 2009 tarihinde, Milliyet’teki köşesinde yayınlanan, ”İzmirliden İzmirliye” başlıklı yazısı iyi niyeyle yazılmış bir yazı. Yazının ikinci paragrafı şöyle: ”İçimize yerleşmiş, öğretilmiş ırkçı tohumlardan kurtulmak hiç de kolay değil. Hatta onların orada olduğunu anlamak bile çaba, deneyim ve derin bir samimiyet gerektiriyor. Ermenilerin ‘alçak’, Kürtlerin ‘hain’, Alevilerin ‘kızılbaş’, Arapların ‘pis’ olmadığını biliyorsunuz belki, ama bunu ta içlerinize sindirmek, daha önemlisi onlarla eşit olduğumuzun ‘bilincine varmak’ bizlerin geçtiği eğitimden sonra aslında ciddi bir kişisel çaba gerektiriyor.”


Dikkatli bir okuyucu değilseniz, hele ki Kızılbaş değilseniz gözünüze bir tuhaflık çarpmayacaktır: ”Ermenilerin ‘alçak’, Kürtlerin ‘hain’, Alevilerin ‘kızılbaş’, Arapların ‘pis’ olmadığını biliyorsunuz…”


Yani demek istiyor ki, Ermeniler alçak değil, Kürtler hain değil, Araplar pis değil, Aleviler ise Kızılbaş değil.


Oysa Aleviler Kızılbaştır.


Kızılbaşlık, Aleviliğin bir kolu falan da değil, düpedüz kendisidir. Osmanlı’nın Alevilere verdiği addır ”Kızılbaş” ve her zaman hakaret içermez. Hiçbir Alevi, ben Kızılbaş değilim demez. Balkanlar’daki Aleviler kendilerine sadece ”Bektaşi” ya, da ”Kızılbaş” derler. Alevi adı pek kullanılmaz. Sünni Kürtler de eskiden Alevilere, sadece ”Kızılbaş” derlerdi.


Kızılbaşlığın anlamı Türkiye’de sadece bunlarla sınırlı değil tabii. Anadolu’nun hemen her yerinde Sünni çoğunluk tarafından, ”Kızılbaş” ağır bir hakaret anlamında da kullanılır. Her Alevi, askerlikte, okulda, mahallede yeni tanıştığı birinden Kızılbaşlıkla ilgili can sıkıcı bir şeyler mutlaka duyar. Bazen öyle bir şey olur ki herkes aynı anda duyar.


1995 yılında Güner Ümit adlı sunucu, Star Tv’deki programında ”Kızılbaş” sözcüğünü ensest anlamında kullandı. 26 Ağustos 2009 Tarihinde, yine Star Tv’de yayınlanan ''Desti İzdivaç'' isimli programda, canlı yayın konuğu olan 82 yaşında bir şahıs, kendisine evlenmesi için genç bir kadın öneren sunucuya ''Ben Kızılbaş mıyım ki evladım yaşındaki bir kızla evleneyim?'' diye tepki gösterdi.


İçinde yaşadığımız döneme ait bu iki örnek bile, Yavuz Sultan Selim zamanında, Sünni halkı, Alevileri yok etmeye daha istekli kılmak için uydurulmuş ”mumsöndü” iftirasının, neredeyse hızından hiçbir şey kaybetmeden varlığını sürdürmekte olduğunu gösterir.


Hiçbir hükümet, hiçbir parti, hiçbir örgüt, hiçbir kurum bunun alçakça bir iftira olduğunu kitlelere anlatmadı. Geleneksel olarak Sünni olan aydınlar, yazarlar sanatçılar da, bunun, sadece Alevileri değil, Türiye’de yaşayan herkesi aşağılayan bir yalan olduğun söylemedi, yazmadı, işlemedi. Tam tersi, ”laik” cumhuriyetin, çoğu hiç de gerici, dinci olmayan edebiyatçıları, aydınları ”o Kızılbaşı” ve güya mumsöndü törenlerini eserlerinde hiçbir kaygı duymadan, hiçbir ahlaki endişe yaşamadan rahatça, keyifle işlediler: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba romanı, Reşat Nuri Güntekin’in Tanrı Dağı Ziyafeti adlı eseri, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Toraman adlı romanı, Haldun Taner'in Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu adlı öykü kitabı, Ömer Seyfettin'in Harem adlı öykü kitabı bunların sadece bazılarıdır.
Varlık Yayınları tarafından, 1973 yılında Türkçeye çevirtip yayınlanan Cinsel İlişkiler Sosyolojsı adlı bir kitap var. Kitabın yazarı Fransız Dr. André Morali Daninos. Çevirmen ise Samih Tiryakioğlu. Kitabın en az on yerinde geçen ensest, ya da cinsel sapkınlık, Türkçeye kızılbaşlık olarak çevirilmiş. Varlık dergisi, 1995 yılı haziranında çıkan 1053. sayısında Alevilerden özür diliyor. Ama isteyen o kitabi internetteki satış sitelerinden hâlâ bulup satın alabilir. Varlık Yayınları, o kitabı piyasadan toplayıp gerekli düzelmeleri yaptıktan sonra yeniden mi bastı, bilmiyorum, -yanılmayı çok isteyerek- sanmıyorum da. Milliyet Gazetesi’nin 1991 yılında okurlarına armağan ettiği Cinsel Kültür Ansiklopedisi’nin 300. sayfasıda da ”ensest” anlamında kullanılan ”kızılbaşlık” sözcüğüne rastladım.


Bunlar sıradan yazarlar, sıradan yayınevleri ve sıradan gazeteler değil. Kızılbaşlığı Alevilere yakıştırmayan Ece Temelkuran gibi gazetecilerin de entelektülel altyapılarını oluşturan kaynaklardır.


Gerçekten de İçimize yerleşmiş, öğretilmiş ırkçı tohumlardan kurtulmak hiç de kolay değil. Ve gerçekten de bu çaba, deneyim ve derin bir samimiyet gerektiriyor.


Hamdi Özyurt

www.vartositesi.com
VARTONUN ÇIĞLIĞI 

Gönderen www.vartositesi.com 1 Aralık 2009 Salı 3 yorum

Subscribe here

[ + ]